Annem evliliklerinin ilk günlerinde akşam yemeği için babama pirinç çorbası, biber dolması ve pilav yapıyor. Yemeklerin hepsi pirinçten anlayacağınız. Acemi kadın, bu işleri daha pek bilmiyor ve babam bol pirinçli sofrayı görünce şaşırıyor ama yine de kalbi kırılır, o kadar uğraşmış kadın diye hiç sesini çıkarmadan çorbasını içiyor, dolmayı yiyor, pilavdı derken ” eline sağlık hatun” deyip sofradan kalkmak istiyor. Tam kalkarken valide ” dur dur, tatlı da yaptım kocacım” deyip dolaptan.. Devam Etmek İçin
Tam kalkarken valide ” dur dur, tatlı da yaptım kocacım” deyip dolaptan bir kâse getiriyor. Babam kâseyi görünce artık dayanamayıp sesli diye gülmeye başlıyor. Kâsede sütlaç var. Annem anlam veremiyor gülüşüne, hayırdır noldu bey diyor. Babam halen gülünce annem de ona bakıp gülmeye başlıyor. Fakat acemi annem daha neye güldüğünü bile bilmiyor. Babam bir yandan, annem bir yandan böyle ahahaha hihihihi diye gülüp duruyorlar.
Bu gülme seslerine babaannem geliyor ”noluyo size be” diyor. Babam da ”yok bir şey ana, sen bak işine” diye cevap veriyor. Babaannem de ” gelin kısmı öyle ağzını sonuna kadar açıp gülmez, ayıp ayıp” deyip odasına geçiyor.
O odasına geçince annem de kendi odasına geçip ağlıyor. Gururuna dokunuyor kadının ama babam yanına gelip ”üzme sen kendini, sana gülmek yakışıyor, ben seni şu gamzen için sevdim, o gamzeni sakın benden gizleme” diyor. Avucuna aldığı bir tutam pirinci anneme gösteriyor. Sıkıyor pirinçleri, kaderimiz bizim bu taneler diyor, bayağı kızıyor ve günün sabahında annemi kolundan tutup o evden çok uzaklara (doğduğumuz yere) taşınıyorlar.
Ablam doğuyor evleniyor çoluk çocuğa karışıyor, ağabeyim de evleniyor o da çoluk çocuğa karışıyor, özetle hepimiz büyüyoruz ve biz büyürken de bizi büyütenler haliyle yaşlanıyor ve babam akciğer kanserine yakalanıyor, aynı zamanda damarlarının çoğu tıkalı olduğundan bir akşamüstü yoğun bakımlık oluyor. Gözlerini ilk açtığında karşısında annemi görüyor. Annem ağlayarak gülümsüyor.
Sonra anjiyo ameliyatları, kemoterapi derken o çok sevdiği bıyıkları dahil, saçısakalı hep dökülüyor. Günden güne eriyip acı içerisinde zayıflıyor. Ağrıdan uyuyamıyor, geceleri yerlere çömelip halıları yoluyor, bir sürü kalp krizi ve yine yoğun bakımdan kurtulunca elinde yine annemin ellerini görüyor, annem ağlayarak gülümsüyor.
Ölmek istiyorum hanım diyor. Sana yük oluyorum…
Annem babamın olmayan saçlarını seviyor, zayıflamaktan çenesinin altında oluşan derilerini okşuyor ” o nasıl laf öyle bey, sen güçlü adamsın, pes etmek sana yakışmaz, hem dağ gibi oğulların var burada bak” diyor.
Onlar konuşurken doktor kolumuzdan çekiyor ”Son günlerini evde geçirsin, böylesi daha iyi” diyor.
Ne de rahat söylüyor. Anneme anlatıyoruz kadın yıkılıyor. Hastanenin o son günü tekrar kocasının yanına gidip ellerini okşuyor, dişlerini sıka sıka ”İyi olacaksın merak etme sen” diyor, babam da ağlıyor, ilk kez ağlıyor. Annem gözyaşlarını avucuyla silip” canın bir şey istiyor mu? Ne yapayım eve gidince? Söyle bana” diyor.
Yoğurtlu pirinç çorbası yap diyor. Böyle küçük çocukların hasta olunca annesinden çikolata, jelibon, pasta istemesi gibi hafif ağlamaklı, hafif tebessüm eşliğinde ”çorba” diyor. O an çocukluğum aklıma geliyor, lapa lapa dışarıda kar yağarken uzun paltosuyla işten eve gelip sobanın karşısında dikilen o dağ gibi adamın omzundan kar alıp sobaya damlattığım günler aklıma geliyor. Sırtına binip denizde yüzdürdüğü gün aklıma geliyor, omuzunda maça gittiğimiz günler geliyor ama şimdi 35 merdiven çıkarken bile nefes nefese yoruluyor ve elleriyle yoğurup tırnaklarıyla yaptığı evine şimdi ölmek için gidiyor ve işin acı yanı bunu bildiği halde bilmezliğe veriyor. Gülerek taburcu oluyor…
Artık bir kalp krizinde emri Hak vaki olunca öleceğini biliyor ”tuvalete giderken beni bekleyin, orada olsun istemem” diye oğullarına son ricasını yapıyor.
Üç gün geçiyor. İstediği o son çorbadan 23 kaşık zorla da olsa içip yine kiriz geliyor, yine mavi ışıklar altında hastaneye koşuluyor, orada hayatını kaybediyor.
Komşular cenaze evi için tavuklu pilav yapmış. Mahalle kalabalık. Bir sürü tencere…
Annem pilava bakarken birden ağlamaya başlıyor, evlatlarına da ilk kez o yukarıdaki pirinç hikâyesini anlatıyor. Yeni evliydik diyor, babanızın en mutlu olduğu gündü o gün diyor. O sessiz sakin adam yerleri yumruklamıştı gülerken diyor. Çok mutluydu diyor.
O an şok oluyorum. Böyle nefesim kesiliyor. Ablam ” iyi misin?” diye beni dürtüyor, ben saçlarımı yoluyorum.
Babam o son kalp krizinde apar topar ambulansla hastaneye yattığı an aklıma geliyor, bütün müdahalelere rağmen kurtarılamadığı ve naaşını da morga götürdükleri akılıma geliyor. Ölüm evraklarını imzalarken cüzdanını bana teslim ediyorlar.
Elimde babamın cüzdanı hastane bankına oturmuş merak ve sıkıntıdan içini açıyorum. Babamın siyah beyaz fotoğrafını görüyorum. Hıçkıra hıçkıra öpüyorum. Sonra ufak gözünü açıyorum, orada küçük bir poşet gözüme çarpıyor, içine bakıyorum bir tutam pirinç. ” bu pirinç de ne ki?” diyorum. Anlamıyorum.
Ertesi gün annem mutfakta bu hikâyeyi anlatınca hemen babamın çekmecesinden cüzdanı alıp geliyorum. Ablam, ”iyi misin?” diyor. Ellerim titreye titreye cüzdanı açıyorum. Küçük pirinçli poşeti masaya koyuyorum. Belli ki babam yıllardır o pirinç tanelerini cüzdanında saklamış. O anki mutluluğunu hep yanında taşımış. Annem görünce iyice yıkılıyor, herkes ağlıyor, biz öylece masadaki pirinçlere bakıyoruz, konuşamıyoruz ve o pirinç tanelerini mezarının dört bir yanına serpiyoruz.
Huzur içinde yat sessiz sakin suskun adam…
Alıntıdır